"Bundan sonra her gün Maria Puder'le buluşup beraber gezmeye başladık.Birbirimize söyleyecek şeyleri ilk akşam bitirmiş değildik.Her zaman karşılaştığımız insanlar,manzaralar,bize düşüncelerimizi söylemek ve bunların birbirine ne kadar yakın olduğunu tespit etme imkanı veriyordu.Bu fikir yakınlığı,her noktada aynı şekilde düşünmenin neticesiydi;gerçi bunda bir tarafın fikrini kabul edip kendisine mal etmeye diğer tarafın evvelden hazır bulunmasının da tesiri vardı.Fakat karşısındakinin her kanaatini doğru bulup benimsemek için vesile aramak da bir nevi ruh yakınlığı alameti değil miydi?" (s.105)
28 Aralık 2012 Cuma
20 Aralık 2012 Perşembe
12 Aralık 2012 Çarşamba
12.12.12 (Dijital Dilek)
tarihi tam hatırlamıyorum ancak yine böyle sayılardan yada tarihlerden dilek tutma günü,kombinasyon olmuş yine bir şeyler; sabahın körü ama ilk ders değil öğleden önceki son ders de değil çünkü daha karnım acıkmamış...
sabahları sıraya oturunca ilk işim bugün hangi dersi dinlesem,hangisini dinlemeyip öğretmen otoritesine karşı gelsem,konuşup sağa sola sataşsamı düşünmek, Uluç bunların hiçbirini düşünmeyip direkt konuşma olayına giren sıra arkadaşım olarak;kombinasyonu hala hatırlamadığım bir anda, saatimin takılı olduğu kolu kendine çekip bana saatin dijital ekranını gösteriyor: "bak oğlum gördün mü?" "neyi lan?" "dizilime bak,hepsi aynı anda, aynı sayıda,dilek tutsana...""ya aga bir siktir git"
modern insanın dilek tutma biçimleri gittikçe şaşırıyor kendini, üstelik buralara iki aynı isimli insanın arasına denk gelince,"dilek tutayım" dan geliyoruz... çocukken bu kadar kafamız çalışıyormuş demek ki; büyüyünce aletler gelişip büyüyünce,dijital hayatlarımızın kodlarını başkaları yazarken dilek şekillerimiz de gelişiyormuş demek ki... dilek tutmak iyidir,yani pek bir işe yaramaz ama ağaçlara tutunmamızı sağlar!hangi ağaçlar? ne bileyim ağaç sözcüğü çıkıverdi aklımdan bir anda, evrime inanıyorsanız maymunluk dönemimizden kalan ağaçlar da olabilir... hem o zamanlar kodlarımızı tek bir şey yazıyordu:inançlılar için tanrı,inançsızlar için kozmos!
12.12.12 bana göre birbirinin yanında şık duran sayılar,e ama kola ile pizza da şık duruyor bana göre; o zaman da dilek tutayım bari... her şey şıklıkla ilgili bana göre zaten! çok büyük laf ettim aman şu dilek konusuna geri döneyim.
dedim ya modern insanın isteklerini tanrı ya da kozmos (bizde her inanca saygı var kardeşim burası seküler bir blog)dan değil de sayılar kombinasyonundan istemesi, çokça saçma ama anlaşılabilir bir durum...ta eski çağlardan beri (maymun dönemimize kadar gitmeyin neandartel dönemde kalın) dilek dileyen insanoğlu, bu yüzyılda da elbette dilek dileyecek! ağaca bez bağlanan eski yöntemlerin yanına,böyle dijital dilekler de ekleyecek... sorun falan yok ortada,sadece kendini bu işe fazlaca kaptırmak var! insan böyle bir günde evlendi diye hayatında hep mutlu olacağını düşünme saçmalığına kapılıyorsa,heh sorun burada işte!
dilek dileyin güzeldir, ruhu okşar biraz,biraz da ferahlık verir dilendiği anlarda...çünkü bu hayattan hep istediğimiz bir şeyler vardır...
hayatın akıp giden çizgisini biraz da tevekkül ile karşılamak heveslisi olsak da, bu 12.12.12 şıklık olarak kalsa hayatımızda fena olmaz mı?
ah tevekkül, unuttuğumuz o eski güzel kelime...
9 Aralık 2012 Pazar
7 Aralık 2012 Cuma
Hayatın Henüz Sağlam Dikiş Atma Yeteneği Yok
bana kimse sevmeyi öğretmedi...hiç kimse aç şu kitabı oku,kurallarını öğren sonra pratiğe geçip sana bu işi öğreteceğiz demedi. annemin babamın büyük aşklarının meyvesi falan da değildim,(o yıllarda ülkemizde aşık olmak henüz icat olmamıştı) öyle içgüdüsel,içimden bu işi bilerek de doğmadım...
kendim öğrendim... bir oyuncak arabayı,ya da bir rengi nasıl sevmeyi öğrendiysem öyle öğrendim... bir çocuk oyuncak arabasını çok sever ama bunun neden öyle olduğunu,nereden geldiğini bilemez;işte ben bu kitapta yazmayan kuralı buldum ve öyle sevdim...bir kadını oyuncak arabamı sever gibi sevdim,mutlu oldum severken...
oysa yazılı kurallarda sevmekle ilgili bir sürü veri vardı,altı çizilmesi ve bir kenara not edilmesi gereken kurallar vs. ; ilk kuralı yaşayarak öğrendim...öyle her zaman istediğin kişiyi sevemezsin,ikincisi ardından geldi:karşılıksız sevgi diye bir şey yok; saçmalıktır... ve sonra üçüncü kural geldi, sevmenin karşılığını vermelisin...en fenası da oydu!hayat bile çelışmadığı yerlerden adamı sınava sokabiliyordu!
benim için bir oyuncak arabayı sevmekle bir kadını sevme arasında fark yoktu ki,ikisine de gözüm gibi bakıyordum;tozunu alıyor parlatıyordum, onlar beni bir mutlu etse ben iki ediyordum,yalan söylemiyordum,onlar acı çekse ben de çekiyordum,bir yerleri bozulsa tamir ediyordum ve bunların hiçbirini karşılık beklemeden yapıyordum... çıkarın benim sevgimde yeri yoktu...ama hatta kocaman bir AMA sonunda acıları ben çektim,çünkü ben yazılı kuralları uygulamak istemiyordum! sizin kurallarınızın canı cehenneme dedim ve sonunda acı çektim!
peki hangisi daha beter:fiziksel acılar mı,manevi acılar mı? şöyle yaşadıklarıma bir bakıyorum da manevi olanlar daha ağır basıyor...geçiyor fiziksel acılar;bir yara,atılan 3-4dikiş,ağrı kesiciler ve zaman...ah o zaman!manevi acılarda bir işe yaramıyor malesef, bir anda eskilerden gelen bir acıyı önüne koyuyor ve aynı hissi yara kanamaya başlıyor ve hayatın henüz sağlam dikiş atma yeteneği yok...
Kaydol:
Kayıtlar (Atom)